Tarihten Bugüne İstanbul İtfaiyesi
Tarihi büyük yangınlara sahne olan İstanbul'umuzun bazı dini ve resmi binalarından başka Bizanslılar zamanında da baştan başa ahşap olduğu tarihi kayıtlardan anlaşılmaktadır. Bundan dolayı ilk ve orta çağ şehirleri gibi İstanbul’da da yangın eksik olmamıştır. Şehrin ehemmiyeti fetihten sonra büsbütün artmıştır. Gün geçtikçe nüfusu artmış, şehir yavaş yavaş büyümüş, sokaklar ve meydanlar yeni yapılar dolayısıyla küçülmüş ve yangın tehlikesi daha da çoğalmıştır.
İstanbul’da meydana gelen yangınların sebeplerini bir yabancıdan dinlemek ve Tanzimattan bir iki yıl evvel İstanbul evlerinin inşa tarz ve bölümlerini yine bir yabancı gözüyle görmek için ikinci Mahmud’un saltanatının sonlarına doğru hükümette hizmet almış ve Suriye’de Mısır Ordusu ile savaşa tutuşan Osmanlı Ordusunun Kurmay Başkanlığını yapmış olan Mareşal
Mülteke Hatırasında diyor ki:
İstanbul'un tekmil evleri ahşaptır. Hatta Sultan Sarayları bile tahtadan mamul büyük barakalardan başka bir şey değildir. Burada taştan bir temel atarlar. Üzerine direkleri çıkarırlar. Tahtadan bir kaplama vurulur. İçerisine çamur kerpiç ile örerler, damı da kiremitle örttüler mi az zaman zarfında ev meydana çıkıverir. Artık böyle kerpiçten mamul evlerin birbiri içine girmişçesine işgal ettikleri koca mahallelerde bir yangın zuhurunda ne çabuk yanacaklarını tasavvur ediniz. Beyoğlu’nda taştan cesim binalar inşa etmeye başladılar. Pencerelerini demir kapaklarla teçhiz ederler. Lakin yangın çıktı mı hararetin şiddeti evi kavurup bir taraftan tutuşturuveriyor. O kadar ki bahçe içerisinde hiç bir tarafta itisali olmayan Fransa ve İngiltere Sefarethaneleri bile ateşten masun kalmamıştır. Su ile itfası mümkün olmayan bu harikler, yangının mahalinden uzaklarda evleri yıkarak söndürmeye çalışırlar. Bazen sert bir rüzgar tekmil emekleri akim bırakır. Zavallı felâketzedeler ekseriye canlarını güç tahlis ederler. Eşya kurtaracak vakit bulabilirlerse civardaki camilerin içine yığarlar. Fakat bu her vakit herkese kısmet olmaz nimetlerdendir. Çünkü gece yarısı acı acı “yangın var” dedimi yataktan fırlayan mahmurlukla ne yapacağını şaşırır. Hemen yükte hafif, pahada ağır eşyasını toplamaya şitaban olur. Lakin çok geçmeden yangının eve dayandığı görülür merdivenler yüksek ve dar olduğundan hacmi büyük denkler aşağılara nakledilemez. Sokağa çıkarılsa bile kalabalığın ayakları altında ezilir. Veya çalınır. Harikzade ekseriya merdiveni tutuşmuş bulur. Öteye beriye başvurur. Dama çıkıp bir başka damda dört taraftan ateş içinde kalır. Elleri böğründe kül olur gider.
Yangınlar ne kadar kolay zuhura gelirse yaptıkları tahribat da o kadar vasidir. Soba ancak ecnebilerin evlerinde bulunduğundan İstanbul’un yerli sekenesinin odaları ya mangal veya tandırla teshin edilir. Yangın onun için sık ve çabuk olup sahibi haneler ise on onbeş sene içinde evlerinin yanması ihtimali vakisini nazarı dikkate alarak re'sülmallerini maa faiz bu müddet zarfında çıkarmak istediklerinden kiracılar yangın meselesinden en ziyade mutazarır olan sınıftır.
Hatırat, Ahşap evlerin teyğane muhhasanatı, zarafeti ve kargir binalarda zaruriyyülvücut rutubetten azade olmasıdır… denilerek devam etmektedir.
Padişahı III. Murad'ın 12 Mart 1579 tarihli fermanıyla herkes evinde binanın damına kadar uzanabilen birer merdivenle birer büyük fıçı su bulundurmaya mecbur tutulmuş ve bir yangın vukuunda bütün aile efradı, Yeniçerilerle halk yetişinceye kadar el birliği yaparak yangını söndürmeye mecbur edilmiştir.
Memleketimizde ilk defa tulumba imal edip kullanan “Davit” isminde bir sonradan İslam’a geçen bir Fransızdır. Davit müslüman olunca isminin değiştirilmesine lüzum görülmeyerek yalnız ayırt edilebilmesi için başına bir “Gerçek” sıfatı ilave edilmiş ve bu suretle (Gerçek Davud) adını almıştır.
Gerçek Davud'un halen Edirnekapı şehitliğindeki İtfaiye şehitliğinde yer alan baş taşıyla sanduka taşının iki cephesinde yer alan olan kitabeye göre:
“Gerçek Davud aslında Fransız olup kendisine hidayet ve İslam’la beşaret olunmuş ve on nüfus ailesiyle ve İslam olmak arzusuyla İstanbul’a gelerek Galata’da ikamet etmeye başlamış iken Cevarhirci Merşan adında bir frenk, kendisini Fransa elçisine kötülemek suretiyle bir nam ve mevki kazanmak istemiş ise de bunda muvaffak olamamıştır. Gerçek Davud bu kötülemeden bir zarar görmemiş ve kendisini kurtarmıştır. Bundan sonra Kaptan İbrahim Paşa ile hesbi olarak Venedik seferine gitmiş ve büyük yararlığı görülmüştür. El çabukluğu ve marifetiyle bindokuzyüz altmışdört pare topu pek kısa zamanda çok güzel nişan alarak atmış ve Venedik Donanmasından üzerine gelenin direklerine isabet ettirmiş ve bazısı batmış ve bu suretle mahareti meydana çıkmıştır.
Dönüşte İslam ile meşgul olmaya başlamış ve tersane önünde yanan kalyona baktığı sırada, Fransa’da iken imal ve istimâl edilmekte olduğunu gördüğü tulumbanın imâlini düşünmüş ve yapmış olduğu tulumba Tüfenkhane ve Tophane’de çıkan yangınlarda kullanılmış ve büyük faydası görülmüş olması sebebiyle kendisi Vezir İbrahim Paşa tarafından 120 akçe yevmiye ile “Ser Tulumbacıyan'ı Dergah'ı Ali” Tulumbacı başı ve maiyetine yevmi 15 şer akçe ile 50 adet nefer tayin edilmiş ve yevmi 30 akçe ile bir odabaşı, 26 akçe ile bir çavuş, 24 akçe ile bir çavuş yamağı, 20 akçe ile bir katip. 60 akçe ile Ocak Kethüdalığı ve kışla ve bina neferatı 150 adede çıkarılmış ve ortalarına 10 kıya et, 75 çift ekmek yevmiye, 90 akçe yevmiye nöbetçi taammiyesi, hortum ve tulumba için ağalık emrine yevmi 40 akçe ve neferinden biri cebeci tulumbacı Ağası, biri topçu tulumbacı ağası ve biride topçu tulumbacı başısı olmuştur.
20 akçe ekmek ile odabaşı çırağ edilmiştir. Gerçek Davud'un ilk imâl ve istimâl eylediği tulumba gayet battal ve “Çardak” tabir edilen üst kısımları 120 kilodan fazla ağırlıkta madeni borulardan müteşekkil olduğu için daha basit ve hafif şekli yapılmaya başlanmıştır. Gerçek Davud'un tulumbasına “Didon” ve onun değiştirilmiş şekli olan tulumbaya “Didon bozması” denilmektedir.
Yine tarihi kayıtlarda tulumba şöyle tarif edilmektedir. Tulumba denilen alet, adi bir emme - basma makinesinden ibarettir. Bu âlet üstü açık bir sandık derunune yerleştirilmiş, bu sandığa dört sırık takılmış, yerle temasını men etmek için de dört köşesine “Tırnak” denilen kabartmalar konulmuştur. Makinesinin “Çardak” kısmı ile Tepeliki, Deve boynu dedikleri hortum takılan ağzı meydanda fakat su alıp veren haznesi görülmez bir haldedir. Sandığın dört tarafı boyalı olup üzerinde bazı resimler de vardır. Tulumbacı ocağı 1825 yılında Yeniçeri ocağı ile beraber kaldırılmıştır. Bu hesaba göre Tulumbacı ocağı 1714 yılından 1825 yılına kadar 110 yıl devam etmiş ise de bu müddet zarfında esaslı bir ilerlemeye ve geniş bir teşkilâta kavuşup kavuşmadığı bilinmemektedir. Tulumbacı ocağı'nın kaldırılışından 48 gün sonra Hocapaşa’da büyük bir yangın çıkmış muazzam tahribata sebep olunca Tulumbacı ocağının yeniden kurulmasına mecburiyet hasıl olmuştur.”
“Tulumbacı ocağı” kaldırıldıktan sonra tulumbacı başı konağında bulunan tulumba ve o zamanın diğer söndürme malzemesi Ser Asker kapısı'nda yani şimdiki Üniversite’nin bulunduğu binada mütekait zabitlere devredilmiş ve 1827 yılında “Yarı Askeri” bir teşkilât kurulmuştur. Bu teşkilâtın İstanbul için yetersiz olduğu yangınlarda karşılaşılan zorluklarla meydana çıkmış ve Tanzimatı Hayriye’den sonra 1846 yılında Zabtiye Müşiriyeti ve 1869’da Belediye Daireleri te'sis olunduğu zaman bu daireler merkezlerinde birer tulumba bulundurulmasına ve bunları idare için 10 ilâ 100'e kadar nefer istihdamına ve bundan başka her mahallede halk tarafından kullanılmak üzere birer tulumba bulundurulmasına karar verilmiş ve “Mahalle Tulumbacılığı” bu suretle meydana gelmiştir.
1871 yılında Beyoğlu, Taksim - Galatasaray'da büyük bir yangın çıkarak yine muazzam tahribata sebebiyet vermesi ve ekserisi sigortalı olan 3.000 binanın yanması bu tedbirlerin de yetersiz olduğunu meydana çıkarmıştır.
Sigorta şirketlerinin emlâk sahiplerine 300.000 lira mertebesinde tazminat ödemeleri üzerine o zamanın Nâzırı olan Şirvanizade Rüştü Paşaya müracaatla makbuzları ibraz edilmiş ve İstanbul’da bir teşkilât kurulması istenmiştir.
Bu müracaat üzerine Hükümet, İtfaiye hizmetlerine dair Avrupa mevzuatını incelenmiş ve Macaristan İtfaiye teşkilâtı hepsinden üstün bulunarak şurayı Devlete müracat etmiştir. Şurayı Devletçe tanzim olunup Padişaha takdim edilmiş ve kabul edilen mazbata gereğince Macaristan’dan celb olunan ve Paşalık rütbesine kadar yükselen “Széchenyi" Paşanın kılavuzluğu ile İstanbul’da 26 Eylül 1874 tarihinde 4 taburlu bir İtfaiye Alayı kurulmuş ve bu taburlar İstanbul, Beyoğlu, Üsküdar ve Kadıköy cihetlerine ikame edilmiş Fatih, Samatya, Babıali, Fener, Pangaltı, Dolmabahçe, Yıldız, Arnavutköy, Sarıyer, Nuhkuyusu ve Kuzguncuk'da birer müfreze kurulmuş ve zaman içinde buna bir de Bahriye İtfaiye Taburu ilave edilmiştir.
Geçen zaman içinde yangın söndürme işinin Askeri olmaktan ziyade Beledi bir vazife olduğu nazarı dikkate alınarak bu vazifenin Belediyelere devrine Hükümetçe lüzum görülmüş ve bir teşkilat kurulmak üzere Bakanlar Kurulu kararı ile İstanbul Belediyesine 24.6.1339 - 1923 tarihinden itibaren 3 aylık bir mühlet verilmiştir.
Bu karar sonucunda o zamanki İstanbul Valisi Haydar Bey işi ele almış ve faaliyette bulunurken fethi imzasıyla Dahiliye Vekâletinden 6.9.1339 - 1923 tarih ve 2914 sayılı bir telgraf emri almıştır.
Bu emirde şöyle denilmektedir: İstanbul İtfaiye Teşkilatının 3 ay müddetle tesbit edilmemesi hakkındaki hey’eti vekile kararı 24.9.1339 - 1923 tarihinde hitanı bulacağı müdafaai Maliye Vekilinin 3.9.1339 - 1923 tarihli tezkeresinde iş'ar edilmiş olmakla tarihi mezkürdan evvel İtfaiye teşkilatının ikmali ile inbası mütemennadır.
İşe 50.000 lira ile başlanmış ve 30 muhtelif tipte araç satın alınarak 26 Eylül 1874 tarihinden itibaren 49 yıl devam eden Askeri İtfaiye vazifesi 25 Eylül 1923 tarihinde fiilen Belediye İtfaiyesi’ne devredilmiştir.
Belediye İtfaiyeleri 74 yıl müdürlük olarak hizmet verdikten sonra hizmetlerine 10.10.1997’de Daire Başkanlıkları altında devam etmişlerdir.
Zaman içinde İstanbul İtfaiyesinin 1997 yılında Daire Başkanlığına dönüşmesi ile organizasyon yapısı da değişmiş ve Merkez İtfaiye Müdürlüğü, İstanbul Bölgesi İtfaiye Müdürlüğü, Anadolu Bölgesi İtfaiye Müdürlüğü olmak üzere 3 müdürlük oluşmuştur. 1999 yılında Boğaziçi Bölgesi İtfaiye Müdürlüğü ile 2005 yılına kadar hizmet vermiştir. 2005 yılında İstanbul Bölgesi İtfaiye Müdürlüğü ve Boğaziçi Bölgesi İtfaiye Müdürlüğünün birleştirilmesi ile Avrupa Yakası İtfaiye Müdürlüğü kurulmuştur. 1987 yılında hizmet vermeye başlayan Acil yardım ve can kurtarma müdürlüğünün 2006 yılında İtfaiye Daire Başkanlığına bağlanmasıyla organizasyon yapısı bugünkü halini almıştır.
Ödön Széchenyi
Osmanlı modernleşme sürecinde tersane, donanma, tarım, sağlık ve bayındırlık gibi teknik ihtisas gerektiren alanlarda kullanılmak üzere Avrupa'dan birçok uzman getirilmiştir. Devletin yıkılışına kadar payitahtın beledî hizmetlerinde büyük ve önemli projeler gerçekleştiren bu uzmanlardan birisi de, kırk sekiz yıl İstanbul itfaiyesini yönetmiş olan Ödön Széchenyi Paşa'dır. Aristokrat bir aileden gelen Ödön'ün 18. yüzyılda yaşayan ve aydın bir kişi olan dedesi Ferenç Széchenyi Macaristan millî kütüphanesinin kurucusudur. Bunun oğlu, yani Ödön'ün babası Kont Istvan Széchenyi ise Macar askerî tarihine ismini altın harflerle yazdırmış büyük bir kumandandır. Istvan, Napolyon'la yapılan savaşlarda yüzbaşı rütbesiyle Avusturya ordusunda bulunmuş ve büyük kahramanlık göstermiştir. Savaştan sonra ise ilimler akademisini kurmuştur. 1848-1849 Macar kurtuluş savaşından sonra kurulan devlette ilk imar bakanı olarak görev yapmıştır. "En Büyük Macar" olarak tanınan Istvan'ın ölümünden sonra Budapeşte'nin Özgürlük Meydanı'na heykeli dikilmiştir. Istvan'ın diğer oğlu ve Ödön'ün kardeşi Öjen ise 19. yüzyılın en önemli seyyahlarından biridir. Öjen, Macarların Avrupa'ya gelişinden önceki yurtlarını tanımak için Kafkasya ve Orta Asya'ya geziler düzenlemiş; Dağıstan, Tiflis, Buhara, Merv ve Semerkand gibi Türk uygarlık merkezleri ile buralarda yaşamakta olan Çerkez, Kabartay, Avar ve diğer boyların sosyal hayatlarını incelemiştir. Kont Istvan Széchenyi'nin küçük oğlu Ödön Széchenyi, 14 Aralık 1839 tarihinde Bratislava'da doğdu. Denizciliğe ilgisinden dolayı ailesi, ilköğreniminden sonra onu denizcilik okuluna gönderdi. Burayı yüksek derece ile bitiren Széchenyi, genç yaşta gemi kaptanı oldu. Bu sayede Avrupa sahillerini ve Amerika'nın önemli bir kısmını dolaşma imkânı buldu. Amerika yolculuğundan sonra Londra'ya giden Széchenyi, burada başka bir mesleğe yönelerek Londra itfaiyesine girdi. Üç yıl kaldığı İngiltere'de itfaiye sahasında geniş bir tecrübe kazandı. Birikimlerini kendi vatanında değerlendirmek düşüncesiyle Viyana'ya döndü. İmparator Fransuva Joseph onu 12 bin mevcutlu Viyana ve Peşte itfaiye alayının başkanlığına getirdi. Széchenyi, 1870 yılının ilk aylarında Peşte'de yeni bir itfaiye örgütü kurdu. Çağın en büyük felaketlerinden biri olarak nitelenen 29 Temmuz 1873 tarihindeki Vagon Fabrikası yangınında Budapeşte'nin tüm itfaiye ekiplerini yönetti. Bundan sonra şöhreti daha da arttı. Ödön Széchenyi, babası ve dedesi gibi bürokraside de görevler almış, Macaristan parlamentosu, aristokratlar meclisi ve bayındırlık meclisi üyeliklerinde bulunmuştur. Ulaşım sisteminde de başarılı çalışmalarda bulunan Széchenyi, Peşte'nin güney ve kuzeyini birbirine bağlayan demiryolu hattının kurucusudur. Anadili olan Macarcadan başka Fransızca, İngilizce, İtalyanca ve Türkçe bilmekteydi. Birinci sınıf kaptanlık diplomasına sahipti.
Kont Ödön Széchenyi İstanbul'a ilk defa 1871 yılında geldi. Bu ziyareti sırasında İstanbul için askerî yapıda bir itfaiye örgütü kurulmasını önermiş, mevcut belediye itfaiyecilerine teorik birtakım bilgiler vererek, onları temel konularda eğitmiştir. Kont Széchenyi, kendisi gibi itfaiye uzmanı olan arkadaşı Baroni de beraberinde olduğu halde 1874 Ekim'inde ikinci kez İstanbul'a geldi. Sultan Abdülaziz'in 24 Kasım 1874 tarihli iradesi ile Széchenyi itfaiye alayı başöğretmenliğine, Baroni de yardımcılığına atandı. Széchenyi'nin gelişinden yaklaşık bir ay önce, 2 Eylül 1874 tarihli nizamname ile İstanbul'da itfaiye alayı oluşturulmuştu. Széchenyi'nin göreve başlamasıyla birlikte, alayın yapısı ve işleyişini belirlemek üzere bir komisyon kuruldu. Çeraki ve Vulmann adlı başka iki Macar uzmanın da katıldığı toplantıda Avrupa'da yürürlükte olan sistem ve kurallar incelenerek, bunlardan hangisinin İstanbul'a uygulanabileceği tartışıldı. Başıbozuk tulumbacıların yeni oluşturulan alay bünyesine alınarak askerî eğitimden geçirilmeleri, modern buharlı tulumbalar satın alınması kararlaştırıldı. Dolmabahçe ve Çırağan saraylarının mimarî değerine dikkat çeken Széchenyi'nin isteği üzerine, alınacak tulumbalardan birisi bu iki yapı arasında bir mevkide tutulacak ve sadece bunlarda çıkan yangınlarda kullanılacaktı. Komisyon bir hafta sonra, yine aynı gündemle ikinci toplantısını yaptı. Macar uzmanlar, önceki tespitleri yinelediler ve ayrıca, vapurla nakledilen tulumbalar satın alınması gerektiğini dile getirdiler. Komisyon toplantısından sonra, Macarların tavsiyeleri doğrultusunda Londra'ya birkaç tulumba siparişi verildi.
Kont Ödön Széchenyi İstanbul'a ilk defa 1871 yılında geldi. Bu ziyareti sırasında İstanbul için askerî yapıda bir itfaiye örgütü kurulmasını önermiş, mevcut belediye itfaiyecilerine teorik birtakım bilgiler vererek, onları temel konularda eğitmiştir. Kont Széchenyi, kendisi gibi itfaiye uzmanı olan arkadaşı Baroni de beraberinde olduğu halde 1874 Ekim'inde ikinci kez İstanbul'a geldi. Sultan Abdülaziz'in 24 Kasım 1874 tarihli iradesi ile Széchenyi itfaiye alayı başöğretmenliğine, Baroni de yardımcılığına atandı. Széchenyi'nin gelişinden yaklaşık bir ay önce, 2 Eylül 1874 tarihli nizamname ile İstanbul'da itfaiye alayı oluşturulmuştu. Széchenyi'nin göreve başlamasıyla birlikte, alayın yapısı ve işleyişini belirlemek üzere bir komisyon kuruldu. Çeraki ve Vulmann adlı başka iki Macar uzmanın da katıldığı toplantıda Avrupa'da yürürlükte olan sistem ve kurallar incelenerek, bunlardan hangisinin İstanbul'a uygulanabileceği tartışıldı. Başıbozuk tulumbacıların yeni oluşturulan alay bünyesine alınarak askerî eğitimden geçirilmeleri, modern buharlı tulumbalar satın alınması kararlaştırıldı. Dolmabahçe ve Çırağan saraylarının mimarî değerine dikkat çeken Széchenyi'nin isteği üzerine, alınacak tulumbalardan birisi bu iki yapı arasında bir mevkide tutulacak ve sadece bunlarda çıkan yangınlarda kullanılacaktı. Komisyon bir hafta sonra, yine aynı gündemle ikinci toplantısını yaptı. Macar uzmanlar, önceki tespitleri yinelediler ve ayrıca, vapurla nakledilen tulumbalar satın alınması gerektiğini dile getirdiler. Komisyon toplantısından sonra, Macarların tavsiyeleri doğrultusunda Londra'ya birkaç tulumba siparişi verildi.
Sonraki toplantıda bir adım daha ileri gidilerek, yeni birliklerin eğitimi için Taksim'de bir eğitim merkezi inşa edilmesi kararlaştırıldı. Burada Széchenyi ve Vulmann, itfaiyecilere bazı taktikler öğreteceklerdi. Şehrin çeşitli noktalarına havuzlar inşa edilecekti. Tulumbaların omuzda taşınması usulü terk edilecek, bir veya iki hayvan tarafından çekilen arabalı tulumbalar satın alınacaktı. İtfaiyecilerin üniformaları da yeniden düzenlenerek, ateşe dayanıklı elbiselerle, metal başlıktan oluşan özel bir başlık giymeleri kararlaştırıldı. Yakasız, uzun kollu siyah mintan ile pantolon giyilecek, bunları tutacak sağlam bir kuşak takılacaktı. Ayakkabı yerine uzun konçlu çizmeler giyilecek, başta ise, enseyi de koruyan bir zırh bulunacaktı. Neferler, palaska gibi boyuna çapraz asılan ip ve şerit ile, kuşaklarına sıkıştırılmış bir balta ve başka birtakım aletler taşıyacaklardı.
Yangın söndürme aletlerinin modernleştirilmesine dönük ilk adım, Macaristan'dan dört tulumba satın alınmasıdır. Bu dönemde Rusya devleti de yangınla mücadele konusunda Osmanlı'ya destek vermiş; Çar Alexandr, Sultan Abdülaziz'e Petersburg yapımı iki tulumba hediye etmiştir. Rus çarı ayrıca itfaiyecilikte mahir iki adamını İstanbul'a göndermiştir.
Széchenyi, yangın söndürme işinin askerî disiplinle yürütülmesini benimsemişti. Bu nedenle tabur esasına dayalı itfaiye bölükleri kurmak istedi. Dört taburdan oluşması planlanan alayın ilk taburu Eylül 1874'te, ikincisi Aralık 1876'da, üçüncüsü de Temmuz 1877'de kuruldu. Taburların ilk ikisi suriçinde, üçüncüsü ise Beyoğlu'ndaydı. Bunlarda görev alan itfaiye erleri, Anadolu'dan gelen sağlam vücutlu dinamik gençlerden seçilmişti. Kont Széchenyi, meydana gelen yangınlar sırasında taburları yönetmekle kalmıyor, bizzat kendisi de söndürme faaliyetine katılıyordu. Sultan Abdülhamid, Széchenyi'nin gerek teorik çalışmaları, gerekse yangın yerlerinde gösterdiği olağanüstü gayretlerden dolayı 1877 yılında kendisine miralay rütbesi verdi. 1883 yılında ise ferikliğe yükseltildi. Böylece yaklaşık kırk yıl boyunca taşıyacağı, "Umûm İtfâiye Alayları Kumandanı" unvanını kazanmış oldu.
Széchenyi ile İstanbul itfaiyesinde yeni bir dönem başlamıştı, ama, yangınlar payitaht için birinci tehlike olmaya devam ediyordu. Personelin hiyerarşik düzenle örgütlenmesi, yönetmeliğin çağdaş esaslara göre düzenlenmesi ve modern tulumbalar ithali gibi yenilikler, itfaiye anlayışında ileriyi gören bir değişim başladığının somut belirtileriydi. Széchenyi'nin kurduğu örgüt her ne kadar kusursuz işlese de, afetin sıklığı ve hepsine müdahalede yetersiz kalınması, örgütün başarısını gölgeliyordu. Bu dönemde şehirde yangınların çoğalması ile sigorta şirketi sayısının artması arasında yakın ilişki bulunmaktaydı. Zira II. Abdülhamid'in, yangınların sebeplerini tespit etmek için yaptırdığı araştırmalar, bunların çoğunun, sigorta şirketlerinden para almak isteyen mülk sahipleri tarafından kasten çıkarıldığını ortaya koymuştu. Padişaha sunulan jurnallerin ortaya çıkardığı çarpıcı bir gerçek de, söz konusu kurnazlığa yönelen ve mülkünün yanmasına göz yuman şahısların çoğunun gayrimüslim olmasıydı. Sigorta şirketlerinin büyük ölçüde yıpranmasına ve bazılarının kapanmasına yol açan bu durum, yangınzedelerle şirket yöneticilerini sık sık karşı karşıya getirmekte, tartışmaların çoğu yargıya intikal etmekteydi. Skandal, 1874 yılında, İngiliz Sun Şirketi'nin İstanbul sorumlusunu görevinden istifa ettirmişti. Bazı basın organlarındaki yorumlarda itfaiyedeki yetersizlikler ön plana çıkarılıp, açıktan ya da gizli biçimde Széchenyi Paşa kusurlu gösterilmiş ise de, başarısızlığın temel nedeni, şehircilik politikasında öteden beri süregelen yanlış uygulamalardı. Nitekim II. Abdülhamid'in yaptırttığı araştırmalar, yangınlarla mücadelenin önündeki en büyük engelin, su yetersizliği ile ahşap ve bitişik nizam yapılaşma olduğunu ortaya koymuştu. Bunun üzerine padişah Ferik Széchenyi ve üçüncü tabur binbaşısı Refet Bey'le görüşmüş, ve birtakım önlemler alınmıştı. Buna göre, yangın yerlerine yeniden inşaat yapıldığı sırada, mal sahiplerinden kamulaştırma yoluyla alınacak arazilerde birer millet bahçesi oluşturulacak ve bahçelerin içerisine havuz inşa edilecekti. Evlerin çatılarından birer metre yüksek olmak üzere binaların arasına yangın duvarları inşa edilecek; baca yapımında ahşap hatıllara yer verilmeyecekti. Yangın söndürme işi teknik ve aynı zamanda uzmanlık gerektiren bir konu olduğu için, bundan sonra hiç kimse itfaiye alayının çalışma ve idaresine karışmayacaktı. Ayrıca Avrupa'dan yeni yangın söndürme makineleri satın alınacaktı.
İtfaiye hizmetlerini tek bir idarede, yani Széchenyi'nin başında bulunduğu örgüt elinde toplayan bu düzenlemeden sonra, alayın teknik donanımının iyileştirilmesine girişildi. Gelişmiş ülkelerde kullanılan cihazlar ithal edildi. 1881 yılında Macaristan'dan altı tane arabalı tulumba satın alındı. Hayvan gücüyle taşınan bu tulumbalar Boğaziçi belediyelerine tahsis edildi. Amerika'dan da son teknoloji ürünü iki tulumba getirtildi. 1890 yılında, bu defa taşrayı da ilgilendiren, "Men-i Harik Tedâbirini Havî Nizamname" yayınlandı. Sekiz maddelik nizamnamenin temeli, belediye örgütlerinde yangın tertibatının tamamlanması ve personel açığının giderilmesi esasına dayanıyordu. Nizamnamenin en önemli özelliği, yangınla mücadelede koruyucu tedbirlerin alınmasının yanında, cezalandırma yöntemiyle caydırıcılık faktörünün de devreye sokulmuş olmasıydı. Yine aynı yıl içerisinde, daha önceden planlanmış olan itfaiye taburlarının dördüncüsü teşkil edildi. Dördüncü tabur, Anadolu yakasındaki yangınlarda görev yapması amacıyla Üsküdar'da kuruldu. Bu arada, Nişantaşı ve Teşvikiye karakollarında küçük çaplı itfaiye birimleri oluşturuldu. Ayrıca, Yıldız'da bulunan istihkâm bölüğü, yangın söndürme araçlarıyla donatılarak itfaiye kuvvetine eklendi.
Széchenyi Paşa, sahil kesimlerde çıkacak yangınlara zamanında müdahale edilebilmesi amacıyla özel bir itfaiye birliği kurmayı düşünmüştü. İstanbul'a büyük hayranlık besleyen Paşa'yı bu düşünceye sevk eden başlıca etken, Boğaziçi'nin iki yakasını süsleyen ve geleneksel Türk konut mimarisinin özgün örneklerini yansıtan yalıların ahşap tekniğinde inşa edilmiş olmasıydı. Nitekim 1884 yılında ilk Türk deniz itfaiyesi (Bahriye taburu) kuruldu. Yangınların halka ve hazineye olduğu kadar sosyal çevreye de büyük zararlar vermesinden dolayı itfaiyenin modernizasyonu konusuyla en baştan beri yakından ilgilenen Sultan II. Abdülhamid, deniz itfaiyesinin kuruluşunda da Széchenyi Paşa'ya tam destek vermişti. Padişah bahriye taburu için gerekli malzemenin Avrupa'dan getirilmesini sağlamış ve masraflarını bizzat kendisi karşılamıştı. Bahriye itfaiye taburu 1887 yılından itibaren tam teçhizatlı biçimde çalışmaya başladı. 20. yüzyılın başında beş bölük halinde hizmet veren deniz itfaiyesi, öncelikle sahil hattında meydana gelenler olmak üzere, ihtiyaç halinde iç kesimlerdeki yangınlarda da başarılı hizmetlerde bulunmuştu. Ebüzziya Tevfik'in deyimiyle itfaiye taburları içerisinde en teknik donanıma sahip olan bu tabur, II. Meşrutiyetten sonraki düzenleme ile lağvedilmiş ve bir daha oluşturulamamıştır.
Yangınla mücadele politikasında 1890'lı yıllarda buharlı tulumbaların işe koşulduğu göze çarpmaktadır. Şehremaneti 1891 yılında Almanya'dan, yeni sistemde üç buharlı yangın tulumbası almış ve bunları taburlara dağıtmıştı. Ancak Széchenyi Paşa'nın asıl istediği, Viyana yapımı son model buharlı tulumba arabasıydı. Bunlar buhar gücünün yanında el yardımıyla da çalışabilmekte, bir başka araba yardımıyla veya hayvanla taşınmaktaydı. Széchenyi Paşa, söz konusu arabalardan Bahriye, Yıldız ve diğer dört tabur için altı tane alınmasını teklif etti. Aslında İstanbul'un kasisli sokaklarında koşturan ve yangın yerine ulaşıncaya kadar bütün enerjilerini kaybeden tulumbacılar için tekerlekli tulumba arabaları zorunlu bir ihtiyaçtı. Nitekim bundan sonraki tulumba dışalımlarında, aracın kolay taşınabilirliği hususunun gözetildiği dikkat çekmektedir. 1910'lu yıllarda ise, petrolle çalışan otomobil tulumbaları gündeme gelecekti.
Aslında Meşrutiyetten sonra itfaiye hizmetleri önemli ölçüde aksamıştı. Bunun birçok nedeni vardı. İtfaiye personelinden yaşlı olanlarının emekliye sevk edilmesi, diğerlerinin de savaşmak için cepheye gönderilmeleri nedeniyle oluşan personel açığı kapatılamamıştı. Bunun yanında, çıkartılan af yasaları ve diğer göz yummalar nedeniyle yeni inşaat tedbirleri hayata geçirilememiş, şehrin ahşap metropole dönüşmesi önlememişti. Ancak itfaiye politikasının başarısızlığının en önemli sebeplerinden biri su sıkıntısıydı. Bu dönemde İstanbul'da su dağıtma işi Dersaadet Su Osmanlı Anonim Şirketi (Compagnie des Eaux de Constantinople Société Anonyme Ottomane) adlı bir Fransız şirketi tarafından yapılmaktaydı. Abdülhamid'in iradesiyle 1882 yılında kurulan ve 1887 yılındaki düzenleme ile İstanbul'un su dağıtım ve satışını yetmiş beş yıllığına tekeline alan şirket, yangınların söndürülmesi için harcanan suyu parasız verecekti. Şirket çeşitli semtlerde bedava su dağıtan çeşmeler yaptırmış, belli noktalara yangın muslukları koymuştu. Ancak ardı arkası kesilmeyen yangınlar karşısında, umulanın üstünde su tüketimiyle karşı karşıya kalan şirket, maddi kaygılar nedeniyle su verme işini aksattı. Sevkıyatın gereği gibi yapılamaması, büyük fedakarlıklarla oluşturulan itfaiye örgütünün, sırf susuzluk yüzünden etkisiz kalmasıyla sonuçlandı. Bununla birlikte Széchenyi Paşa, salt örgütün amiri olması yüzünden tenkitlere maruz kalmıştı. Ancak o görevini aksatmamış, kaynakları en iyi şekilde değerlendirmeye gayret etmiş, kendisini aşan hususları hükümete rapor etmişti. Projeleri yönetim katından takdir görmesine rağmen, ekonomik kriz engeline takıldığı için bunların birçoğu hayata geçirilemedi. Sınırlı sayıda satın alınan araçlar, sık kullanılmaktan dolayı kısa sürede yıpranmaktaydı. Düzenli birlikler hareket kabiliyetinden mahrum kaldığı için, yangınlar amatör ve çoğunlukla kabadayılığa meyilli mahalle tulumbacılarının insafına terk edilmekteydi. Öte yandan teknik bilgiden yoksun ahalinin klasik yöntemlerle yangınlara müdahaleye soyunması, faydadan çok zarara yol açmaktaydı.
Bununla birlikte hükümet bu dönemde daha akılcı ve radikal önlemler alabilmiştir. Bunda II. Meşrutiyetten sonra meydana gelen ve binlerce yapıyı kül eden Çırçır ve Uzunçarşı yangınlarıyla, Çırağan Sarayı ve Bâbıâlî gibi tarihi ve işlevsel bakımdan önemli iki binanın art arda yanması önemli rol oynamıştır. Özellikle Bâbıâli binasının üçte birinin kül olması üzerine, resmi dairelerde, koruyucu tedbirler arttırıldı. Her dairede bir itfaiye bölüğü kurulması, dairelerde görev yapan odacı ve hademelerin geceleri itfaiye talimlerine katılarak eğitilmeleri kararlaştırıldı. Bunun yanında, her kurumda yangın musluğu ve su deposu bulundurulması yasal zorunluluk haline getirildi. Önemli daireler arasında telefon şebekesi kurulmasıyla, yangın ihbarı konusunda geç kalınmış bir uygulama hayata geçirilmiş oldu. Bâbıâlî yangınından sonra Széchenyi Paşa, sadrazam Hakkı Paşa ile, Harbiye nazırı Mahmud Şevket Paşa'ya ayrı ayrı raporlar sundu. Onun raporları doğrultusunda 1911 yılında birkaç otomobil ile motorlu tulumba satın alındı. Avrupa'ya üç otobüs siparişi verildi. 1912 yılının ilk aylarında Dâhiliye Nezareti eliyle İstanbul ve taşra kentlerine çok sayıda tulumba dağıtıldı. Bu arada diplomatik alanda Macaristan ile kurulan dostluğun ürünü olarak, başkanlığını Kont Karácsonyi'nin yaptığı yardım komitesi, Osmanlı Devleti'ne bir sıhhiye arabası (ambulans) hediye etmişti. Deprem, yangın ve benzeri afetler sırasında yaralananların hastaneye sevkinde büyük kolaylık sağlayacak olan arabayı kullanma yetkisi Şehremaneti'ne verilmişti.
Osmanlı Devleti'nin sınırları içerisinde yer alan hiçbir yerleşim biriminde, İstanbul'daki kadar sık ve büyük yangınlar meydana gelmediği kuşkusuzdur. Bu durum nüfus yoğunluğu ve yapılarda kullanılan malzemenin cinsi ile doğrudan alakalıdır. Yangınların sıklığı bakımından İstanbul'u izleyen kentler, Selanik, İzmir, Bursa gibi yine nüfus ve sanayi bakımından gelişmiş olan yerlerdi. Tanzimat'tan sonra hükümet, taşra idarelerine itfaiye hizmetleri götürmeye başlamış, büyük kentlere tulumbalar gönderilmiştir. 1870'li yıllardan itibaren belediyelerde maaşlı tulumbacılar istihdam edilmiştir. Bununla birlikte, gelişmiş kentlerde, yangına karşı daha gerçekçi ve çağdaş tedbirler alınmaktaydı. Örneğin Selanik'te 1889 yılında dükkanların yüzde doksanı yangına karşı sigortalanmıştı. Bandırma'da ise, bugün dahi güncelliğini koruyan, sanayi sitelerinin şehir dışına taşınması sorunu çözülmüş, demirci, çivici, bakırcı ve çilingir gibi ateşe dayalı üretim yapan imalathaneler için 1857 yılında şehir dışında bir site yapılmış ve bunların kent merkezindeki faaliyetleri yasaklanmıştı. II. Abdülhamid döneminde, taşra kentlerinin itfaiye örgütlenmesi ya da şartların iyileştirilmesi hususunda daha somut adımlar atılmıştır. Padişah, Széchenyi Paşa'yı 1884 yılında, tüm vilayet merkezleri ile görece kalabalık sancaklarda itfaiye bölükleri kurmakla görevlendirdi. Taşra yerleşimlerinde İstanbul'daki gibi ahşap ve bitişik nizam yapılaşma yaygın değildi. Buralarda yangınlar daha ziyade dikkatsizlik sonucu meydana gelmekteydi. Bunun yanında Ermeni anarşizminin başlamasından sonra yangın sebepleri arasına kasıt unsuru da eklenmiş, kundak sonucu birçok dükkan, işyeri ya da konaklarda yangınlar çıkartılmıştı. Karaman kasabasında 370 yapıyı kül eden büyük yangının ardından, taşra kentlerindeki itfaiye sorunu daha ciddi ele alındı. II. Abdülhamid'in isteği üzerine Şûrâ-yı Devlet'te, yangınlara sebep olan etkenlerin kaldırılmasına yönelik tedbirler tartışıldı. Széchenyi Paşa'nın da bilgisine başvurularak sekiz maddelik bir rapor hazırlandı. Bu rapor daha sonra "Men-i Harik Tedâbirini Havî Nizamname" adıyla yasalaştı. Yukarıda kısaca değerlendirdiğimiz 1890 tarihli nizamnamenin esasları özetle şunlardı: İstanbul ve diğer vilayetler belediye merkezleriyle, bunlara bağlı birimlerde, modern tulumbalar ve itfaiye aletleri bulundurulacak; personeli olmayan yerlerde, belediye tarafından yeterli miktarda tulumbacı görevlendirilecekti. Yangınların çıkmasına ve kolayca genişlemesine neden olan talaş, ot ve saman gibi maddelerin uygun yerlerde saklanması ve mutfak ve ocak bacalarıyla soba borularının temizlenmesi gibi işler, belediyece görevlendirilecek ekipler tarafından kontrol edilecekti. Binaların baca ve soba borularının periyodik temizliği yapılacak, bunlar düzenli biçimde denetlenecekti. Kullandığı binanın ısı sistemini temizlemediği tespit edilen kişilere para cezası uygulanacaktı. Yangına sebep olan kişi veya kişiler bulunup, kasıt amacı güdüp gütmediği araştırılacak, suçu sabit olanlar hakkında yasal işlem yapılacaktı.
20. yüzyıl başlarında büyük şehirlerin hemen hepsi, itfaiye örgütlenmesini tamamlamış durumdaydı. Meşrutiyetin ilanından sonra taşraya gönderilen alet sayısında da artış gözlenmektedir. Yukarıda belirtildiği gibi, Dâhiliye Nezareti 1912 yılının ilk aylarında vilayetlere çok sayıda tulumba dağıtmıştı. 1913 yılında Nallıhan kazası hükümet konağın meydana gelen yangına, ahşap duvardan geçirilen soba borularının neden olduğunun tespit edilmesi üzerine böyle bir gaflete göz yuman bina amirinin sicilinin bozulması ve işten el çektirilmesi örneğinde görüldüğü gibi, yangına sebebiyet verenlerin cezalandırılmaya başlandığını gösteren somut deliller, devletin yangınları önlemek konusundaki kararlığını yansıtmaktadır
Széchenyi Paşa'nın kişiliği ve özel hayatı ile, ömrünün son yıllarındaki çalışmalarına gelince, Ödön Széchenyi, ailesiyle İstanbul'a yerleşmişti. Babasından kalan servetini inancı uğrunda heba edecek kadar koyu bir dindar olan ve Venüs'e ibadet eden Széchenyi, dinini değiştirmediği halde, çalışkan, dürüst, babacan ve centilmen yapısıyla yöneticilerin ve ahalinin sempatisini kazanmıştı. Sekseni aşan yaşına ve romatizmal ağrılarına rağmen, örgütün başından ayrılmamış, yangın olmadığı zamanları itfaiye erlerini eğiterek değerlendirmiştir. Osmanlı Devleti'nde askerî rütbelerin en büyüğü olan ferikliğe kadar yükseltilen Széchenyi Paşa, murassa' mecidî ve birinci Osmanî nişanları, altın ve gümüş imtiyaz ve liyakat madalyaları ile iftihar ve tahlisiye madalyalarına, ayrıca Legion d'Honneur gibi birçok ecnebî nişana sahipti. 1890 yılında II. Abdülhamid tarafından yâverân-ı hazret-i şehriyârîler sınıfına alınmış, bir süre sonra da Teftiş-i Askerî Komisyonu üyeliğine seçilmişti. Onun Osmanlı Devleti'nde önemli bir hizmeti yürütmesi ve kendisine "Paşa" unvanı verilmesi, Türklere öteden beri dostluk besleyen Macarlara gurur vermişti. 1880 yılında Budapeşte'de babasının heykelinin dikilmesi sırasında halkın kendisine eşi görülmemiş bir saygı ve sevgiyle karşılamasında ünlü bir Macar milliyetçisinin oğlu olması kadar, Osmanlı hizmetinde çalışmakta bulunmasının da büyük payı vardı.
Ömrünün kırk sekiz yılını İstanbul itfaiyesine adamış olan Széchenyi Paşa, Birinci Ferik rütbesiyle 23 Mart 1922 tarihinde öldü. Türklere büyük muhabbet beslediği gibi, İstanbul'u vatan-ı sânî, yani ikinci vatanı olarak benimsemişti. Bu düşüncesinde, işindeki uzmanlığı ve vazifeşinas kişiliğinin yanında, Türklerin ve padişahların kendisine duymuş oldukları güven ve yakınlık ile Osmanlı'nın en zayıf döneminde bile sahip olduğu kültür ve uygarlığın kendisi üzerinde meydana getirdiği hayranlığın büyük rol oynadığında kuşku yoktur. Vasiyeti gereği cenazesi memleketine gönderilmedi. Şişli'de Notre Dame de Lourdes Gürcü kilisesinde yapılan ayinin ardından özel bir törenle Feriköy Latin Katolik kabristanına defnedildi. Halen burada bulunan kabri Türkiye'de görev yapan Macar diplomatlarca her ölüm yıldönümünde ziyaret edilip anıldığı gibi, çeşitli nedenlerle İstanbul'a gelen Macarların da ilk uğrak yeridir.
Beş padişah döneminde yaklaşık yarım asır süre ile İstanbul itfaiyesini kumandan sıfatıyla yöneten Széchenyi Paşa, şehir itfaiyesini modern araç ve gereçlerle donatmış, yönetmeliği çağın icaplarına göre yeniden düzenleyerek örgütü canlandırmıştır. Meşrutiyet döneminde 1908 Çırçır, 1911 Uzunçarşı ve 1918 Sultanselim yangınları istisna edilirse, görevde bulunduğu süre zarfında İstanbul yangınlarında gözle görülür azalma meydana geldiği; düzenli birliklerin çabuk hareketleri sayesinde büyük yangınlar döneminin kapanmış olduğu söylenebilir. Bununla birlikte Széchenyi'nin tam anlamıyla başarılı olduğunu düşünmek zordur. Fakat siyasî çalkantıların yanı sıra, borç batağında yüzen yorgun imparatorluğun bu işe gerekli yatırımı yapamaması ve çarpık şehirleşmenin kronik hale getirdiği sorunların da etkisi olduğunu bilmek gerekir.
Referanslar